LEDA PSİKOLOJİ
DEPRESYON
Depresyon, çevreden gelen uyaranlarına karşı kişinin hassasiyetinin ve kendine güveninin azalıyor olması; kişide umutsuzluğun, çökkünlüğün, çaresizliğin ve değersizliğin artması biçiminde ortaya çıkan ruhsal bir bozukluk olarak karşımıza çıkar. Depresyon uzun süreli bir duygulanım bozukluğudur. Anlık duygu durum bozuklukları depresyon olarak değerlendirilmez. Depresyon bozukluklarında kişide yetersizlik, çaresizlik, ilgisizlik, suçluluk duyguları, uykusuzluk, iştahsızlık, cinsel istekte azalma (libidoda azalama) ve vücutta birtakım ağrılar görülebilir.
Depresyon tanısı konulabilmesi için bazı bedensel (somatik) ve psikolojik çökkünlük belirtilerinin görülüyor olması gerekmektedir. Bu belirtiler; kişinin her gün duygu durumunun depresif olması, yaptığı çoğu günlük aktivitelerinden eskisi kadar zevk almama ve ilgilerinde azalma, yaşadıkları olaylara karşı değersizlik ve suçluluk duygularının görülmesi, ölüm, intihar düşüncelerinin oluşması ve kendine özgü bir intihar girişimi tasarlaması ve bu düşüncelerinin tekrarlanması, aşırı yorgun ve bitkin halde olma, hareket etme arzusunun kaçması, kilo kaybı ya da iştah artışının görülmesi, uykusuzluk görülebileceği gibi aşırı uyuma da söz konusu olabilir. DSM-5 tanı ölçütlerine göre depresyon tanısı konulabilmesi için ez az 2 haftadır kişide bu belirtilerin görülmesi gerekmektedir. Nolen-Hoeksema ve Harrell’in derin düşünme, depresyon ve alkol kullanımı üzerine yaptığı araştırmaya göre depresif belirtiler erkeklere oranla kadınlarda daha fazla görülmektedir (2002). Erkekler ve kadınlar arasında hormonal farklılıklarının olması, kadınların doğum yapmaları ve kadınlarda psiko – sosyal stresin daha fazla görülüyor olması depresyon bozukluğunun kadınlarda görülme olasılığının fazla oluşunun sebeplerindendir. Depresyon ergenlikten itibaren tüm yaş grupları aralığında görülebilir. Depresyonun ortaya çıkması her psikolojik bozukluğunda olduğu gibi biyolojik, psikolojik ve sosyal nedenlerden dolayı görülmektedir. Psiko-sosyal etkenler, işsizlik, fiziksel veya cinsel istismar, aile içi sorunlar, fiziksel hastalıklar, kısacası olumsuz yaşam tecrübelerinden kaynaklandığı görülmektedir.
Depresyonu biyolojik açıdan ayrıntılı bir şekilde inceleyecek olursak, bir bireyin akrabalarında eğer depresyon tanısı konulmuşsa, o kişide çökkünlük riski de oldukça fazladır. Biyolojik etkenlerin sebebi norepinefrin, dopamin ve seratonin hormonunun azalmasından kaynaklanmaktadır. Epinefrin (adrenalin) ve norepinefrin (noradrenalin) hormonları çok farklı çalışırlar. Epinefrin, nöronların sempatik sinir sistemini uyararak kalp atışlarını hızlandırmaya yarar, norepinefrin ise parasempatik sinir sistemine uyaran göndererek kişiyi sakinleştirmeye yarayan hormondur. Bu hormonların kişideki çökkünlük, korku, sinir gibi duygularının üzerinde etkisi oldukça önemlidir. Seratonin kişinin birçok fonksiyonunu düzenleyici bir hormondur. Seratonin hormonu az üretildiğinde kişinin duygu durumunu, uyku ve iştah durumunu, cinsel isteğini etkilemektedir. Dopamin hormonu ise bireye zevk ve keyif veren bir nörotransmiter olarak bilinir. Bu hormonlar yavaş çalıştıkça ya da bu hormonların eksiklikleri kişinin içinde bulunduğu duygu durumunu oldukça fazla etkilemektedir ve depresyon belirtileri oluşturmaya başlar. Biyolojik açıdan cinsiyet farklılığında kadınların regl dönemlerinde çok hassas olmaları ve kadınların doğumdan önce sonraki dönemlerinde hem hassas oluşları hem de yaşadıkları durumdan kaynaklı bunalımların ortaya çıkması çoğu kişide depresyonun görülmesine neden olmuştur ve nöroendokrin sistemi bu açıdan önemli rol oynamaktadır. Nöroendokrin sistemi üremeyle ilgili işlevleri düzenler, kişinin gelişimini denetler ve strese sebep olan durumlar ile düzen oluşturmaya çalışır. Günümüzde yapılan birçok araştırmaya göre depresyon belirtileriyle gelen hastaların Hipotalamus-Hipofiz-Böbreküstü bezleri (HHB) çok fazla çalışmaktadır.
Depresyon rahatsızlığı bilişsel görüşe göre, doğuştan ya da çevresel faktörlerle kişiye yerleşmiş ve kişi kendisine, iç ve dış dünyasına ve gelecek yaşamına karşı negatif düşünceler ve tutumlar oluşturmuştur. Böylelikle, depresyonda olan kişi her yaşadığı olayda ilk olarak olumsuz tarafları düşünür. Örneğin; kız arkadaşıyla sürekli problem yaşayan bir genç, bir süre sonra kız arkadaşının onu sevmediği, değer vermediği duygusuna kapılır, kendini değersiz hisseder ve tamamen hayatın siyah tarafını görmeye başlar. Hiçbir etkinlikten zevk almamaya başlar, çalışmanın çok boş bir süreç olduğunu, hayatının yaşamaya değmeyeceğini düşünür. Kişinin bu düşünceleri otomatik şekilde gelir, gerçek değildir ve kişinin düzgün giden yaşamına engel olur. Doğan’ın “Depresyonda bilişsel terapi yaklaşımı” çalışmasında belirttiği gibi depresyon belirtileri ile olumsuz otomatik düşünceler sürekli birbirlerini tetiklemektedirler yani kişide depresyon görülme şiddeti arttıkça otomatik gelen olumsuz düşüncelerin de şiddeti artar ve mantıklı düşünceler azalır (2000). Depresif kişiler tarafından bu olumsuz algıların doğru ya da yanlış olduğu düşünülmez ve değişime açık değillerdir. Depresyonda bu olumsuz düşüncelerin oluşması kişinin yaşadıklarını çarpık bir şekilde değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. Beck’in bilişsel teoride bilişsel çarpıtmaları yer almaktadır; Keyfi çıkarsama, kişinin hiçbir kanıtı olmadan olumsuz bir sonuca varmasıdır. Kişiselleştirme, kendisiyle hiç alakası olmayan durumlarda kişinin kendisini sorumlu olarak değerlendirmesidir. Aşırı genelleme, yaşanan bir olaydan dolayı kişinin bu durumu olumsuz bir şekilde genellemesi. Seçici algılama, bir olayın diğer yönlerini düşünmeden sadece bir kısmına odaklanmak. Abartma, kişinin yaşadığı ufak bir olay olsa dahi onu aşırı büyütmesidir. Hep ya da hiç tarzı düşünme, bir olayı belli bir süre zarfında değerlendirmeden olaya direkt iki zıt açıdan bakmak (1975).
Depresyonda davranışçı yaklaşım, “öğrenilmiş çaresizlik” kuramıyla açıklanabilir. Öğrenilmiş çaresizlik, bir kişinin edindiği geçmiş tecrübelerine bağlı olarak bir durum karşısında her zaman ki gibi olumsuz sonuçlar doğuracağına inanması ve kişinin bu olumsuz durumları değiştirebileceğine inancının olmaması ve kabullenmesidir. Tuzcuoğlu ve Korkmaz (2001), depresyonda bu davranışçı modeli, bireyin bebeklikten beri şiddetli uyaranlarla karşılaştıkça bunlardan kaçınamama, kurtulamama ve bunların sonucunda çaresiz kalma olarak açıklamıştır.
Depresyonda psikoanalitik yaklaşıma göre kişinin sevgi nesnesini kaybetmesi, yok etmesi olarak bilinir. Abraham’ın yaptığı araştırmalara göre depresyonun önceki anal evresi ile sonra meydana gelen takıntı evresinin birbirinden ayrıldığını ve depresyonun nesne sevgisiyle ilgili olduğunu açıklamıştır (Blatt, 2017). Depresyon tanısı konulan bir kişinin artık sevdiği biri tarafından terk edilmiş bir his ve düşünce içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun nedeni, kişinin çocukluk döneminde annesiyle olan bağlılığında sevgi nesnesiyle ilgili bir hayal kırıklığının olmuş olmasından kaynaklanabilir. Kişide terk edilme, yitime uğrama, kaybetme hissi gerçek bir duygu olmayabilir, bilinçdışı da gelişebilir. Sevgi nesnesi bilinçdışında nefret duygularına dönüşebilir. Psikoanalitik yaklaşıma göre, içe alım savunma mekanizması kullanılmaktadır. Buradaki içe alım mekanizması, kişinin depresyonda kaybettiği sevgi nesnesine karşı olumsuz, saldırganlık ve nefret içeren duygu, düşünce ve dürtülerinin kişinin tamamen kendisine yönelmesidir. Kişi yitirdiği nesne ile benzer bir ilişki kurar ve bu, kişinin yitirdiği bir nesne için savunma mekanizmasıdır. Kişide nefret duygularının gerçek nesneye yönlendirilmesi gerekirken, kendisine yönlendirildiğinde kişi özsaygı kaybına uğrayabilir. Örneğin, 20 yaşındaki bir genç kızın annesi, kızına karşı güvensiz, arkadaşlarıyla vakit geçirmesini engelleyen, kızına hiçbir sorumluluk vermeyen birisidir. Bu genç kız annesinin bu davranışlarına ve duygularına karşı kendini sorumsuz, hiçbir işi kendi yapamayan, yaşıtlarının yaşantısına özenen, güçsüz biri olarak görür ve annesine karşı kin ve nefret besleyebilir. Bu durumdaki bir kişi kendini daha değersiz, sevilmeyen ve durumdan kaynaklı suçlu hissedebilir ve hayatı anlamsız bulup, yaşamak dahi istemeyebilir. Bu durumların sonucunda kişiye artık depresyon tanısı koymak kaçınılmazdır.
References
Nolen-Hoeksema, S., & Harrell, Z. A. (2002). Rumination, depression and alcohol use: Tests of gender differences. Journal of Cognitive Psychotherapy, 16(4), 391-403.
Doğan, M. (2000). Depresyonda bilişsel terapi yaklaşımı: Temel boyutlar ve açıklamalar. Sosyal Bilimler Dergisi, 61-103.
Beck, T. A., Rush, A. J., Shaw, B. F., & Emery, G. (1979). Cognitive therapy of depression. New York, US: The Guilford Press.
Korkmaz, S., & Tuzcuoğlu, S. (2001). Psikolojik danışma ve rehberlik öğrencilerinin boyun eğici davranış ve depresyon düzeylerinin incelenmesi. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 14, 135-152.
Blatt, S. J. (1974). Levels of object representation in anaclitic and introjective depression. The Psychoanalytic Study of the Child, 29(1), 107-157.





